Sahnedeki Adam: En Çok Güldürenin En Sessiz Acısı

Londra’da, sakin bir sokakta, tarihi taş bir binanın içinde küçük ama huzurlu bir psikolog muayenehanesi vardı.
O gün randevusu olan genç adam, dakikası dakikasına geldi. Üzerinde lacivert bir kazak, ütüsüz bir kumaş pantolon… Sade ama tertipliydi.
Sandalyeye oturur oturmaz konuşmaya başladı:
“Doktor bey… Gülmeyi unuttum. Hayat sıradan, yavan, sessiz. Ne yapsam, içimdeki boşluk dinmiyor.”
Doktor not aldıktan sonra başını kaldırdı:
“Yalnız kalmaktan uzak dur. Ara sıra şehir dışına kaç, manzara iyi gelir.”
“Kaçıyorum. Bazen trenle sahil kasabalarına gidiyorum. Ama dönüşte hep aynı boşluk.”
“Peki, sosyal hayat? Arkadaşlar, dostlar, küçük sofralar, uzun muhabbetler?”
“Hepsi var. Gülüyoruz, konuşuyoruz ama… Onlar gülüyor gibi, ben rol yapıyorum gibi.”
“Sanatla ilgilen. Kitap oku, sergi gez, tiyatroya git. İç dünyan değişsin.”
“Her hafta bir etkinliğe gidiyorum neredeyse. Ama bir türlü içime işlemiyor.”
Doktor hafif gülümsedi:
“İlginç… O zaman son bir tavsiyem var.
Şehir merkezindeki o meşhur komedi kulübünü biliyor musun? Her cumartesi bir stand-up sanatçısı çıkıyor. Sahneye adımını attığı anda atmosfer değişiyor.
Seyirci kahkahaya boğuluyor, herkes o geceyi unutulmaz diye anlatıyor.
Gerçekten yetenekli biri.
Belki sen de bir akşam gitmek istersin. Moral olur.”
Adam derin bir nefes aldı. Bir süre gözlerini yere sabitledi. Sonra başını kaldırdı. Gözleri dolmuştu.
Yavaşça fısıldadı:
“Ama doktor bey… O sahnedeki adam benim.”
Kahkahalarla dolu salonun ortasında, tek başına sessiz bir yorgunluk duruyordu.
Çünkü bazen, insan en çok güldürürken… en çok susuyordu.